15 Haziran 2017 Perşembe

Düşünmenin metodu





Uzun süredir bildiğim her şeyin doğruluğunu sorguluyorum. Bu süreçte politikadan dine, tarihten psikolojiye kadar birçok alanda farklı görüşlerin doğru olduğunu anladım. Beni yanlışa sevk eden şeylerden kurtulmanın zamanı geldi geçiyor bile. Burada şu soru sorulmalıdır: İnsan neden yanlış inançlara sahiptir, zihinsel süreçte nasıl bir yol hakikate ulaştırır? Rasyonel düşünme nedir?

Öncelikle rasyonel olan akli olandır yani aklın “doğru” dediğidir. Rasyonel olan her rasyonel varlık tarafından kabul edilen görüştür yani aklın ilkeleri evrensel nitelik taşır(örneğin matematik,ahlak). Tıpkı matematikte ve ahlakta ortaya çıktığı gibi rasyonel aklın kuralları vardır ve bunlar değişmez. Örneğin 2+4=6 önermesi değişime açık değildir. Ya da üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece olması. Nedenin sonuçtan önce var olması vs. Dolayısıyla düşüncelerin akla uygunluğunu test ederken arayacağımız ilk şey kuralları olması ve evrensel olmasıdır. Rasyonel düşünce Aklın doğayla ilişkisindeyse en iyi açıklamaya yönelmek demektir. Örneğin rasyonel akıl dünyanın yuvarlak olduğunu söyleyecektir. Çünkü yuvarlak olmasıyla ilgili kanıtlar düz olmasıyla ilgili olan kanıtlardan çok daha kuvvetlidir. Dolayısıyla rasyonel akıl dış dünyayla ilişkisinde daha olası olanı seçer. Örneğin hiçbir rasyonel varlık dünyaya olası bir meteor çarpımına karşı tedbir almayız çünkü bu çok çok düşük olasılıktır. Ya da kimse ortada hiçbir sebep yokken “yarın belki beni yıldırım çarpabilir” diye düşünerek paratonerle çıkmaz dışarıya. Görüldüğü gibi doğayla alakalı yargılarda da rasyonel akıl evrenselliğini sürdürür.

Öncelikle şunu bilmeliyiz ki bilgimizi, düşüncelerimizi ve kararlarımızı etkileyen 4 temel etmen vardır. Bunlar: Bilinçaltı, kültür(toplum), duygular ve akıl.

1.Kültür ve toplumun rasyonelliği:

Kültürümüz düşüncelerimizde çok büyük bir rol oynar: Örneğin erkekler neden etek giymemelidir ya da neden büyüklerin eli öpülür vs. Toplumsal olan evrensel bir kural görevi göremez. Fakat bu toplumsal olan akıl dışıdır demek de değildir çünkü toplumsal olup akla uygun olan da birçok şey vardır. Örneğin insanlara selam vermek toplumsal bir şeydir ancak insanlara selam vermemekten oldukça daha makuldür. Dolayısıyla biz toplumsal şeylerin rasyonel ya da irrasyonel olduğunu kesin olarak söyleyemeyiz. Toplumsal olan şeyler kültür gelenek semboller vs non-rational’dır. Dolayısıyla toplumsal olan her şey akıl tarafından sorgulanmalıdır. Böylece rasyonel olup olmadığı anlaşılır.



2.Bilinçaltı:

Bilinçaltı deneyimlerimizi fark etmeden depolayıp yorumladığımız fikirleri barındıran sistemdir. Zihinsel kimliğimizin %90’ını bilinçaltı oluşturur. Dolaysıyla bu sistem inançlarımızda çok önemli bir rol oynar. Örneğin arka planda bir müzik çalarken kötü bir olay yaşayın. Aynı müzik bir başka ortamda çalınca zihin irrasyonel olarak tekrar kötü bir şey yaşayacağınızı düşünür. Bilinçaltında inançları ayıklayabilecek bir mekanizma gözükmemektedir. Dolayısıyla bilinçaltı tarafından oluşturulan inançlar da rasyonel değildir. Ancak bana kalırsa irrasyonel de sayılmaz. Çünkü fark edilmeyeni depolayan bilinçaltı zaman zaman bizim fark etmediğimiz tehlikelere karşı da bizi uyarabilir. Sonuç olarak bilinçaltı da non-rationaldir ve aklın süzgecinden geçirilmelidir.



3.Duygular: Belki de rasyonel olmadığı en açık şeydir. Örneğin akla müracaat etmeden sevdiğimiz insanların söylediklerini doğru olarak kabul ederken sevmediğimiz birininkine yanlış diyebiliriz. Bazen o kadar ileri gideriz ki sırf bazı şeyleri sevdiğimiz için onlara akli kılıf uydurmaya çalışırız. Bazen bir kediyi çok severiz ve bu hayvanların dünyanın en üstün varlıkları olduğunu düşünebiliriz. Ancak bunların hiçbir rasyonel yani yoktur. Bu inançlar da test edilmeden önce güvenilmezdir.



Aklın doğru çalışması ve rasyonel bir şekilde düşünebilme ancak duyguların bilinçaltının ve kültürün etkileri ortadan kalkınca mümkündür. Rasyonel bir birey duygularıyla bilinçaltıyla ve kültürle karar veremez. Veya hiçbir görüşünü bu üçüyle temellendiremez.




2 Haziran 2017 Cuma

Politeizmin 2 basit çıkmazı




Naturalist ateizm sanılanın aksine son yüz yılda ciddi biçimde zayıflamıştır. Felsefi olarak tutarlı yanı yok denecek kadar azdır. Bu nedenlerle Ateistler önümüzdeki yıllarda daha çok politeist görüşlere sarılacaktır. Bütün politeist görüşlerin felsefi anlamda oldukça büyük açmazları vardır.Bu konuyla ilgili onlarca argüman verilebilir fakat ben yeterli olacağını düşündüğümden yalnızca ikisini vereceğim: Birincisi hiçbir politeist iddia “hakimiyet” problemini çözemez. İkincisi doğadaki kanunlar ve düzen politeist görüşler tarafından açıklanamaz.



1.      Hakimiyet problemi: Tanrı kavramı en basit şekilde her şeyin sebebi olan fakat sebebe ihtiyacı bulunmayan, her şeyi bilen, her şeye hükmeden, iradesiyle her şeyi yaratan, yöneten ve eksiksiz olan varlıktır. Dolayısıyla her şeye hükmedendir. Eğer bir varlık hükmedilense ya da hükmedemiyorsa yani sınırlı özelliklere sahipse bu varlığın tanrı olması mümkün değildir çünkü Tanrı nedene ihtiyaç duymayandır. Ayrıca eğer Tanrıya hükmeden onu sınırlayan bir güç varsa asıl Tanrı odur çünkü Tanrı eksiksiz sınırsız ve nedensiz olmak zorundadır. Sınırlı sonlu her varlık nedene ihtiyaç duyar. Akıl yürütme sonsuza kadar gidemeyeceğinden her şeye hükmeden ama hükmedilemeyen ve her şeyin nedeni olan bir varlık vardır diyebiliriz. Bu tanımlamalardan şu noktaya geçebiliriz: Eğer Tanrıdan başka bir Tanrı varsa ya 1.Tanrı ona(2.tanrıya) hükmedebilir ya da edemez. Eğer hükmedemezse 1.Tanrı, Tanrı olamaz eğer edebilirse 2.Tanrı, Tanrı olamaz. Sonuç olarak hakimiyet yalnızca bir varlığa hastır.

Not : bu eleştiri irade problemi, mükemmellik ve sonsuzluk problemi olarak dallandırılabilir fakat ben bir tanesini vermekle yetiniyorum.



2.      Doğadaki düzen: Amerikada İskandinavyada avusturalyada marsta ya da en uzak yıldızda aynı kurallar ve düzen geçer. Eğer Tanrıdan başka bir tanrı daha olsaydı her yerde aynı kurallar geçen düzenli bir doğa beklenmezdi. Çünkü o da belli bölgelerde kendi sistemini kurardı. Düşünün ki dünyada ve güneş sisteminde geçerli olan kanun yerçekimiyken Plutondan sonra yer itimi kanunu geçerli olabilirdi yani bir yerde kütle çekerken bir başka yerde kütle itebilirdi. Bir yerde demir iletkenken bir başka yerde iletken olmaya bilirdi. Belli bir zamana kadar su ısıtılınca kaynarken bir zamandan sonra su soğutulunca kaynayabilirdi. Bir yerde elektronlar eksi yüklüyken evrenin başka tarafında artı yüklü olabilirdi. Dolayısıyla evrende tamamen kaos hakim olurdu. Fakat biz biliyoruz ki doğa yasaları her yerde geçerli. Dolayısıyla yalnız bir tane Tanrıdan bahsedebiliriz.

Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, (gökler ve yer) kaos içinde mahvolurdu: işte bu nedenle O her şeyden yüce olan Allah, O mutlak otorite sahibi, onların yakıştırdıkları her şeyin ötesindedir.” 21.22

“De ki: 'Sizin ortak koştuklarınızdan hakka iletecek olan var mıdır?' De ki: 'Allah hakka iletir. Öyleyse hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır yoksa kendisi yöneltilmedikçe doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor, nasıl hüküm veriyorsunuz!'” 10.35

1 Haziran 2017 Perşembe

Şüphe kavramı, felsefedeki yeri ve İslamın konuya bakışı


Şüphe bir şeyin varlığına veya herhangi bir özelliğin (property) gerçekliğine ilişkin akıl yürütmedir. Ayrıca şüphe akıl yürütmenin kesin bir gerekliliğidir her türlü akıl yürütme soru sormaktır ve soru şüpheyi içerir. Şüphe kavramı felsefede değişik sistemlerde farklı şekillerde ele alınmıştır. Dolayısıyla şüpheden kasıt farklılık gösterebilir. Ben şüpheyi ikiye ayırıyorum. Birincisi şüpheyi amaç edinme: Bu septiklerin düşünüş biçimidir onlara göre şüphe içerisinde kalmak ilk tercih edilen yoldur ve şüphe zayıf da olsa her türlü görüşe tercih edilir. Bu görüştekiler dış dünyanın varlığının, bizim varlığımızın zamanın ve mekanın varlığının hatta bazıları matematik ve mantık kurallarının vb. şüpheye açık olduğunu söylerler ve bütün bunlarda şüpheli bir pozisyon(agnostik) alırlar. İkinci görüş ise Rasyonalist filozoflar ve bazı ampirist filozoflar tarafından tercih edilen şüpheyi araçsallaştırmadır. Bunun en tipik örneği Kartezyen sistemdir. Kartezyen sistem şüpheyi doğru ve hakikate ulaşmak için bir araç olarak görür. Descartes meditasyonların hemen başında bildiklerinin hepsini şüpheye attığını ve bir başlangıç noktasına ihtiyacı olduğunu belirtir. Daha sonrasında “düşünüyorum öyleyse varım” önermesini başlangıç noktası yapar ve şüphelerden kurtulmaya çalışır. Böylece Tanrının ve dış dünyanın var olduğunu saptar ve rasyonel felsefesini inşa eder. Aynı şeyi Platon içinde söylemek mümkündür. Platon duyumların gerçeklikle olan ilişkisinden şüphelenir ve idealar dünyası diye bütün cisimlerin özünü içeren bir alemin varlığını iddia eder. Aynı şey Kant içinde geçerlidir. Her ne kadar Kant Saf aklın eleştirisi adlı kitabında aklın sınırlarına dikkat çekse de pratik aklın eleştirisinde ahlaki önermelerin kaynağının tecrübeler olduğu iddiasından(Hume’un iddiasıdır) şüphe duymuştur ve rasyonel ahlakı inşa etmiştir. Amaçsal şüphenin araçsal şüpheden en büyük farkı araçsal şüphenin sonuç istemesidir araçsal şüphe rasyonel karar vermek için çalışır. Örneğin suyun 100 derecede kaynadığını defalarca tecrübe ettiğinden bir sonraki suyun da 100 derecede kaynayacağını düşünür. Fakat şüpheyi amaçlayan filozoflar insan gözleminin doğru olup olmadığının şüpheli olduğunu söyleyerek suyun yüz derecede kaynayıp kaynamadığının bilinemeyeceğini söylerler. Onlar için suyun milyonlarca defa aynı sıcaklıkta kaynaması da karalarını değiştirmeye yetmez çünkü şüphe onlara göre her zaman tercih edilmelidir.



Felsefede savunulamayacak tek görüş savunulamayacak bir görüş olduğudur. Şüpheyi amaç edinen görüşler matematikten mantıktan bile şüphe edebilir bu demektir ki 2+2=4 önermesi şüphelidir ve şüphe sonucun 4 olduğu yaklaşımına tercih edilmelidir. Dolayısıyla 2+2’nin cevabı kısaca “bilmiyorum”dur. Bu tarz bir şüphe için felsefe de anlamsızlaşacaktır. Eğer bütün insanların ölümlü olması insan olan sokratesin ölümlü olduğunu zorunlu olarak sağlamıyorsa felsefe tamamen gereksizdir. Zaten akıl ve gözlem şüpheli olduğunda bilim kesin anlamda imkansızlığa gidecektir. Doğanın varlığı bile bilinemezdir. İskoç filozof David Hume nedenselliğin bir alışkanlık olduğunu ve nedensel ilişkinin zorunluluk içermediğini savunur. Bu demektir ki bilyeyi her yere atışımda bilyenin düşeceği kesin değildir. Yer’in çekip çekmeyeceği belirsizdir.



Nedensellik eleştirisi ve diğer idealist eleştirilerin değerli olduğunu düşünmekle beraber amaçsal bir şüpheciliğe karşıyım. Bana göre sağlıklı bir akıl yürütme üç aşamada oluşur. Öncelikle soru tespit edilir, sonra veriler ortaya konulur daha sonraysa en mantıklı olan seçilir, son olarak aksine delil gelene kadar verilen karar gerçeklik olarak kabul edilir. Bir şeyin en mantıklı olması için nasıl bir ölçüt kullandığım ve ne zaman seçim yapıp ne zaman agnostik kalınmasından taraf olduğum başka bir yazının konusu olabilir. Fakat formülü kısa bir şekilde örneklendireyim. Soru suyun kaç derecede kaynadığı olsun, suyun kaynama sıcaklığı farklı yerlerde ve farklı şekillerde defalarca test edilmiştir. Suyun yüz derecede kaynadığını gösteren birçok veri varken ve aksine bir delil yokken bir sonraki suyun da yüz derecede kaynayacağını beklemek oldukça mantıklıdır. Aksi bir delil olmadığı sürece suyun yüz derecede kaynadığından da şüphe duymam için bir sebep yoktur.



Kurandaki düşünme ve şüpheciliğe bakış

(Not: Aklıma gelen ilk ayetlerin numaralarını yazacağım örnekler fazlasıyla çoğaltılabilir.)

Kuran’ın hiçbir yerinde akıl eleştirisi yoktur. Kuran insanın aklına güvenebileceğini esas alır. Kuran kendini akılla temellendirir. (10.100, 10.35, 3.118 , 30.24 vb.) Kuran defalarca düşünülmeden kabul edilen şeylerden şüphe duyulmasını ve akıl süzgecinden geçirilmesini emreder.(2.170 vb.)

Bilinenin aksine Kuranda naturalizme getirilen eleştirilerin kat ve kat fazlası amaçsal şüpheciliğe getirilir. Kuranda şüphecilik sert biçimde kınanır ve şüpheden uzak durmak öğütlenir.

“Hak Rabbindendir. O halde sakın şüphe edenlerden olmaHak Rabbindendir. O halde sakın şüphe edenlerden olma.” 3.60

Kuran kendinin Allah’ın kitabı olduğunu kanıtlamak için veriler sunar: Benzerinin ortaya konulamayacak olması (2.23), mantıki çelişki içermemesi(4.82), fıtratla olan uyumu (30.30) önceki taplarla uyumu(10.94)vb. bunlara modern kozmolojiyle uyumu (21.30, 51.47, 22.47) doğadaki fenomenleri ortaya koyması, ontolojisinin mükemmelliği gibi şeyleri ekleyebiliriz. Bütün bunlar ortaya konulduktan sonra Kuran aksine delilleri de çürütür.( bkz Tur suresi vb.) Fakat daha sonrasında amaçsal şüpheyi bütünüyle reddeder ve aklın işaret ettiği yolu emreder. Zaten daha öncede bahsettiğim gibi amaçsal şüphenin reddetmeyeceği hiçbir delil de yoktur.

“Hakikat şu ki, haklarında Rablerinin yargısı kesinleşenler asla iman etmeyecekler. Kendilerine her türlü kanıtlayıcı belge gelse bile, ta ki (öte dünyada kendilerini bekleyen) o çok can yakıcı azabı gözleriyle görünceye kadar...” (10.96-97)

Ayrıca akıl yürütme sonuca ulaştıktan sonra herhangi bir gereksinim olmaksızın şüpheye düşmek de mantıksızdır. Örneğin descartes’ın felsefesini “düşünüyorum öyleyse varım” önermesine dayandırdığını söylemiştik. Eğer Descartes bu ilk bilgi konusunda şüphe duymaya devam etseydi hayatı bu şüpheyle uğraşmakla geçeceğinden hiçbir ilerle sağlayamazdı. Ek olarak eğer bilim adamları evrende yasaların olduğuna dolayısıyla bilimin mümkün olduğuna karar verdikten sonra tekrar geriye dönüp doğa yasalarının varlığından şüphelenmeye devam etseler hiçbir bilimsel gelişim mümkün olmazdı. Veya kırmızı ışıkta durduğunuzu ve gözünüzün güvenilir olduğunu bildiğinizi hayal edin. Daha sonrasında yeşil yandığında geçmeniz gerektiğini bilirsiniz fakat eğer siz gözünüzün doğru görüp görmediğinizi tekrar şüpheye atarsanız o ışıktan hayatınız boyunca geçemezsiniz. Dolayısıyla dinde veya herhangi bir konuda veriler incelenip kanaate varıldıktan sonra yeni bir delil yokken sürekli şüpheye düşmek mantıksızdır.

Kuran İbrahim üzerinden metot öğretir:

76.
Üzerine gece karanlığı basınca bir yıldız gördü. "İşte Rabbim!" dedi. Yıldız batınca da, "Ben öyle batanları sevmem" dedi.
77.
Ay'ı doğarken görünce de, "İşte Rabbim!" dedi. Ay da batınca, "Andolsun ki, Rabbim bana doğru yolu göstermezse mutlaka ben de sapıklardan olurum" dedi.
78.
Güneşi doğarken görünce de, "İşte benim Rabbim! Bu daha büyük" dedi. O da batınca (kavmine dönüp), "Ey kavmim!" Ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım" dedi.
79.
"Ben hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben Allah'a ortak koşanlardan değilim."



Burada İbrahim toplumun tanrı olarak tanımladığı varlıkların tanrı olduklarından şüphelenir. Elde ettiği verilerden bu varlıkların mükemmel, sınırsız, her şeye gücü yeten gibi vasıflara sahip olmadığını görür. Sonunda veriler ışığında bunların tanrı olmasının aklen kabul edilemez olduğunu görür ve bütün eksikliklerden uzak, mükemmel olan varlığı keşfeder. Dolayısıyla İbrahim şüpheyi araç olarak kullanarak hakikate ulaşır.

Sonuç olarak akıl yürütmenin bir gereği olan şüphe doğruya giden yolda oldukça faydalıdır. İnsan yanlış bilgiden ancak o bilgiyi sorgulamasıyla kurtulabilir. Ancak şüpheyi sürekli hale getirmek e amaçsallaştırmak kabul edilemezdir ve rasyonel mantıktan uzaktır. İslam için sorgulamak doğruya giden yokken amaçsal şüphe şeytanın oyunudur.

Bakara suresi, ayet: 164-“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, ALLAH’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.”